1999 yılında vurdum duymaz bir öğrenciydim. Mersin’de, o zamanların? Toroslar Belediyesi’nde, Akbelen Mahallesi’ndeydi evimiz. Okuduğum lisenin adı Gazi Lisesi’ydi ve evimizle arası yürüme mesafesi yaklaşık 40 dakika uzaklıktaydı. Yürüme mesafesi diyorum çünkü sınıf arkadaşım Mustafa’yla birlikte okula yürüyerek gidip gelirdik.
Mustafa’yla lise birinci sınıftan beri birbirimizi tanıyor ve aynı mahallede oturuyorduk. Çok iyi arkadaştık, o günlerin üzerinden yıllar geçmesine rağmen hala çok iyi arkadaşız.
O zamanlar derslerle pek aramız yok, işimiz gücümüz atari oyunlarıydı. Tabi o zamanlar internet, bilgisayar ne gezer? Varsa yoksa atari. Okuldan çıkar çıkmaz atari salonları, ceplerimizde atari kasetleri, derste kaset takasları… O zamanın bit pazarı dükkanlarının hepsinin camekanları atari kasetleriyle dolu olurdu. Renk renk, tek oyunlu, dört oyunlu, çok oyunlu bir sürü kaset düşlerimizi süslerdi. Özellikle de tek oyunlular çok iyi oyunlar olurdu.
Bizim mahalleden Gazi Lisesi’ne, Osmaniye-Akbelen ve Demirtaş-Akbelen belediye otobüsleri çalışırdı. Bir de kırmızı dolmuşlar vardı ki, onları pek kullanmazdık. Bizimkilerin okula gitmemiz için verdikleri yol parasını harcamayıp, yürüyerek okula gidip gelirdik. Biriktirdiğimiz bu paraları ve harçlıklarımızı tamamen bu atari kasetlerine harcardık. Hatta o yıl biriktirdiğim bu paralarla bizim sınıftan bir çocuktan eski püskü bir atari satın almıştım.
Akbelen Mahallesi’nden çıkıp önce şehir mezarlığı, daha sonra Demirtaş Mahallesi içerisinden geçerek çarşıya çıkıp Gazi Lisesi’ne varıyorduk. Mezarlığın yaklaşık 2 metre yüksekliğinde duvarları vardı ve oldukça büyük bir mezarlıktı. Okula giderken mezarlığın çevresinden dolanırsak yolumuz 40 dakika, mezarlığın içerisinden geçersek 30 dakika sürüyordu. Bu 10 dakika bizim için çok önemli olduğundan hep kestirme yolu kullanırdık.
Mezarlığın iki kapısı vardı. Akbelen tarafındaki, yani bizim tarafımızdaki kapısı hep kilitli olurdu. Bu taraftaki duvarların bir kaç çeşitli yerinde sonradan açılmış, bir insanın? geçebileceği büyüklükte gedikler vardı. Okula giderken bu gediklerden girerdik. Mezarlığın diğer ucundaki kapı sürekli açık olurdu. Kapının yanında bir güvenlik noktası ve bir gasılhane vardı. Gasılhanenin kapıları bazen açık olurdu ve içerideki mermerden masaya benzer, ölü yıkamak için kullanılan yapıları görürdük. Bunlardan iki tane de gasılhanenin dışında, hemen kapısının önünde vardı.
Bir gün okuldan eve gidiyorduk. İlkbahar aylarıydı ve hava geç kararıyordu. Saat 17:30 sıralarında hava gayet aydınlıktı. Demirtaş Mahallesi’ni geçmiştik. Mezarlığın giriş kapısına yaklaşık 300 metre kala rahatsız edici bir koku hissettim. Biz ilerledikçe koku daha da artıyordu.
Çok geçmeden Mustafa “bu koku da ne böyle?” dedi.
Ben de çevremizde ki araziye bakıp “sağda solda bir yerlerde kedi, köpek falan ölmüştür heralde; oradan geliyordur” dedim.
Kapıya geldiğimizde artık koku dayanılmaz bir hal almıştı. Ömrümde o kadar yoğun ve rahatsızlık edici bir koku hatırlamıyorum. Artık nefes alamıyorduk ve ikimiz de koşmaya başladık ama kokunun kaynağı hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Gasılhanenin yanından geçerken, kapısının önündeki musalla taşının etrafında beyaz kıyafetli ve ağızları maskeli iki adamın bir şeylerle uğraştığını gördüm. Musalla taşı üzerinde oldukça büyük ve simsiyah bir nesne duruyordu. Ne olduğunu anlayamadım ilk önce. Dikkatlice baktığımda bunun bir insan cesedi olduğunu gördüm. Belli ki uzun zaman önce ölmüştü. Dokular bozulmuş, ceset simsiyah bir renge bürünmüş ve şişerek devasa bir boyuta ulaşmıştı. Nefesimi tutup daha hızlı olabilmek için var gücümle koştum. Birkaç dakika nefessiz koşarak, dayanamayacak noktaya gelip nefes alınca, hala aynı şiddettiyle o kokuyu alıyordum. Aldığım her nefeste sanki ciğerlerim çürüyordu. Mustafa’yla yan yana koşarken bazen o beni, bazen ben onu geçip birbirimizin arkasında kalıyorduk. O an aklımızdaki tek şey bir an önce o mezarlıktan çıkmaktı. Bir elimizde okul klasörü, diğer elimizde kokuya siper etmek için burnumuza tutup maske gibi kullandığımız okul üniformalarımıza ait hırkalarımızın uç kısımları… Mezarlığın diğer ucuna ulaşıp duvardaki gedikten geçtikten sonra bile koku hala burnumdaydı. Mustafa’yla birbirimize “haydi, görüşürüz” bile demeden evlerimize koştuk. Eve vardığımda alelacele vitrindeki cam dolabın içerisindeki limon kolonyasını alıp başımdan ve kıyafetlerimden aşağı döktüm ama sanki hala o koku burnumdaydı. O akşam yemek yiyemedim.
Korkunç okul yolumuzda bazen önümüze serseriler ve tinerciler de çıkardı. Yolunu kestikleri ve tenha yerde yakaladıkları insanları dövüp, eğer kişi direnirse bıçak ya da şiş gibi kesici ve delici aletlerle yaralayıp paralarını ve değerli eşyalarını alırlardı. Bu tür çatışmalar bazen ölümle bile sonuçlanırdı. Mahalleden kulağımıza gelirdi bazen böyle haberler. Bizim de birkaç defa yolumuz kesilmişti.
Bir gün havanın kararmış olduğu saatlerde mezarlığın içinde eve doğru yürürken yaklaşık 100 metre ötemizde 5 ya da 6 kişilik bir tinerci grubu gördük. Bizi fark edince bize doğru koştular. Yakalanırsak 2 kişiyle 6 kişiye karşı mücadele etme şansımız yoktu. Biz zaten üzerimizde kesici delici herhangi bir alet taşımazdık. Onların üzerine ise her şey olabilirdi. Mezarlığın içerisindeki aydınlatma ışıklarının olmadığı karanlık bir bölgeye doğru kaçtık. Yüksek ve mermerden yapılmış bir mezar arkasına gizlendik. Konuşmalarını ve ayak seslerini duyabiliyorduk. Muhtemelen 5 metre kadar yakınımıza gelmişlerdi. Birkaç dakika etrafta bizi arayıp gittiler. O akşam onlara yakalansaydık ya bizi öldüresiye döverlerdi ya da bıçaklarlardı. Belki o akşam öldürülebilirdik de.
Yaşadığımız bunca olaya rağmen her gün ısrarla, üstelik günde iki defa o mezarlıktan geçmeye devam ediyorduk. Ta ki o dehşet verici akşama kadar…
Kış aylarıydı. Mersinde kışın en soğuk günü bile çok fazla yağmur yağar, üzerinize bir hırka almanız yeterli olur.
O günlerde hava erken, saat 17:00 gibi kararıyordu. Okulda haftanın bazı günleri 5, bazı günleri 6 saat dersimiz olurdu. O gün 6 ders işleyip saat 18:00 da okuldan çıktık. Hava kararalı bir saat olmuştu ve etrafta yoğun bir sis vardı.
Ben, Mustafa ve yine bizim sınıftan 3 arkadaş daha toplanıp 5 kişi bit pazarı ya da diğer adıyla Kıbrıs Pazarına gittik. Dükkanları gezdik, biriktirdiğimiz paralarla atari kasetleri takas ettik, yeni kasetler satın aldık. Sonra Mersin’in en yüksek gökdeleni olan binanın karşısındaki işhanının içerisindeki atari salonlarına gittik. Burada da biraz zaman geçirdik ve sonra Mustafa ve ben dışında diğer 3 arkadaş evlerine dağıldı. Bizim evlerimize gidebilmemiz için daha çok yolumuz vardı. Saat 19:30 civarıydı ve en az yarım saatlik yolumuz vardı.
Çarşıda pek fark edilmiyordu ama Demirtaş Mahallesi’ne gelince bu bir buçuk saat içerisinde sisin daha da yoğunlaşmış olduğunu gördük. Sokaklarda bizden başka hiç kimse yoktu. Demirtaş’ı geçip mezarlığın önüne geldik. Mustafa’ya ” acaba mezarlığın çevresinden mi dolanıp gitsek?” dedim. Çünkü hava çok karanlık ve sisliydi. Mustafa “yine mezarlığın içinden gidelim, zaten yeterince geç kaldık. Bizimkiler kızar çok geç gidersek” dedi.
Sanki içimden bir ses mezarlığın içine girmememiz gerektiğini söylüyordu. Bir süre kararsız kaldım ve “haydi bu sefer de içinden geçelim” dedim.
Projektör ışıklarının aydınlattığı mezarlığın kapısının önündeki büyük kapıdan içeri girdik. Kapının yanındaki nöbet kulübesi önünde güvenlik görevlisi bir adamla konuşuyordu. Geçerken “iyi akşamlar abi” dedik. Güvenlik görevlisi ” bu saatte nereye gidiyorsuz?” diye sordu. Saati net hatırlamıyorum ama muhtemelen 19:45 civarıydı. Adama ” evimiz Akbelende, oraya gidiyoruz” dedik. Güvenlik görevlisi sesini çıkarmadı ve yanındaki adamla konuşmaya devam etti, biz de ilerlemeye devam ettik. Kapıdan mezarlığın içine doğru devam eden asfalt yol boyunca yürüyorduk. Sisten dolayı görüş mesafesi 50 metre kadardı. Mezarlık içerisinde belirli aralıklarla bulunan küçük aydınlatma direklerinin aydınlattığı bölümler dışında kalan yerler karanlıktı. Sol tarafımız Hristiyan mezarlarının olduğu kısımdı. Bazı mezarların üzerinde mermerden devasa haçlar, bazılarının üzerinde gösterişli melek heykelleri vardı. Sağ tarafımız ise Müslüman mezarlarının? olduğu kısımdı. Yaşlı çam ağaçları arasında, gece ortaya çıkan yırtıcı kuşların çığlıkları belirli aralıklarla yankılanıyordu. Yürürken bir ara hemen arkamızdan sanki demir bir çubuğun yere düştüğünde çıkardığı ses gibi bir ses duydum. Mustafa’yla aynı anda arkamıza dönüp baktık, yerde bir şey yoktu.
Mustafa’ya ” sen de duydun değil mi?” diye sordum.
“Evet” dedi titrek bir sesle.
Mezarlık kapısına baktım, orayı yaklaşık 30 metre gerimizde bırakmıştık. Nöbet kulübesi önünde güvenlik görevlisi ve o adam hala konuşuyorlardı. Acaba yürürken bir şey mi düşürdük diye yerlere iyice eğilip bakarken Mustafa “neydi o ses?” dedi.
Ben de “Bilmiyorum, galiba kulübenin oradan geldi” dedim.
Ama sesi hemen arkamızdan duyduğuma emindim. Biraz daha ilerledik. Geri dönüp baktığımda artık mezarlıktan içeri girdiğimiz kapı sisten görünmüyordu, orayı iyice geride bırakmıştık. Muhtemelen mezarlığın orta kısımlarına ulaşmıştık. Yürürken bu sefer yine hemen arkamızdan sanki birkaç kalın zincir peşimizden yerde sürükleniyormuş gibi sesler duymaya başladık. İrkilerek durup arkamıza baktığımızda hiçbir şey yoktu ve ses de kesilmişti. Bir an önce o mezarlıktan dışarı çıkabilmek için koşmaya başladık. Biz koştukça peşimizdeki zincir sesi daha da şiddetleniyordu.
Mustafa ve ben “Bu ne? Neler oluyor?” diye bağırıyorduk ve var gücümüzle koşuyorduk.
Biraz koştuktan sonra karşımızda, yaklaşık 50 metre ilerimizde sislerin arasında üç tane ince uzun silüet gördüm. O an anladım ki esas endişelenmemiz gereken şey peşimizdeki zincir sesleri değil, karşımızdan bize doğru yaklaşan silüetlerdi. O an durduk. Biz durunca peşimizdeki zincir sesleri de kesildi. İçimi tarif edilmez bir ürperti kapladı. Korkudan dizlerim titriyordu. Olduğum yerde donakaldım?. Korkudan hareket edemiyordum. Bize doğru yaklaştıkça ne oldukları biraz daha iyi seçilebiliyordu. Gri çarşaf benzeri bir kıyafet giymiş üç kadındı bunlar. Şu bildiğimiz kara çarşafın gri renklisi gibiydi fakat kadınların yüzleri açıktı. Bize doğru ilerlerken sanki buzun üzerinde ağır ağır kayarak hareket eden cisimler gibi hareket ediyorlardı. İnsanın anatomisinden kaynaklanan, yürürken sergilediği doğal yürüme hareketi yoktu bunlarda. Bedenleri dışında kolları, başları ve vücutlarının hiçbir yeri hareket etmiyordu. Eteklerinin uçları yere sürünüyordu. Bize iyice yaklaşmışlardı artık. Çok uzun boylu, zayıf yapılı ve oldukça güzel bir kadın yüzüne sahiplerdi. “Bir kadın yüzüne sahiplerdi” ifadesini kullandım çünkü üç kadın da aynı yüze sahipti. Üçü de birbirinin kopyası gibiydi. Beni en çok da dehşete düşüren bu olmuştu. Donuk yüzlerindeki gözleri hareket etmiyor; sadece ileri, tek bir noktaya bakıyordu.
Ben ve Mustafa ağızlarımızın içinde ağlamaklı bir tonda ” bunlar ne? Ne oluyor? Ne yapacağız? gibi kısa cümleler geveliyorduk.
Yanımızdan geçerlerken buz gibi bir soğukluk hissettim. Yüzlerine bakabilmek için başımı bir hayli yukarı kaldırmak zorunda kaldım. Boyları en az 190 cm civarındaydı. Sanki biz yokmuşuz gibi yanımızdan geçip gittiler. Tam o esnada yolun sol tarafındaki mezarların olduğu bölgeleden pof diye toprak sesi duyduk. O bölge karanlıktı, bir şey görünmüyordu. Koşmaya başladık. Bu sefer yolun sağından solundan ve mezarlığın her yerinden, giderek daha da çoğalan pof pof diye belki yüzlerce ses geliyordu. Sesler daha da çoğalıp birbirine karışarak bir uğultuya dönüşmüştü. Biz var gücümüzle gediklerin olduğu bölgeye doğru koşuyorduk. Ardıma bakmıyordum, o an aklımdaki tek şey gediklerden birine ulaşıp o mezarlıktan kurtulmaktı. Mezarlığın duvarlarına yaklaşmıştık fakat gedikler görünmüyordu. Asfalt yoldan çıkarak mezarların olduğu karanlık bölgeye girdik çünkü başka türlü duvardaki gedikleri bulamazdık. Duvarın dibine ulaştık ama hala hiçbir çıkış görünmüyordu. O an yere baktığımda, aydınlatma direğinin aydınlattığı alan boyunca zeminin her yerinden avuç avuç toprak, pof pof diye sesler çıkararak yerden yaklaşık 30 ya da 40 cm kadar havalanıp yere düşüyordu. Zemini bir toz bulutu kaplamıştı. Mezarların arasında duvar boyunca koşuyorduk. Korkudan yolumuzu kaybetmiştik, gedikleri bulamıyorduk. Koşarken ayağım bir mezara takıldı ve çok sert bir biçimde yüz üstü yere düştüm. Sersemlemiştim, kollarımda ve dizlerimde inanılmaz bir acı duyuyordum. Başımı kaldırdığımda yerdeki tüm toprağın avuç avuç yukarı atıldığını gördüm. Sanki zemin kaynıyormuş gibi görünüyordu. Zemini kaplayan toz bulutu genzimi toprakla doldurmuştu ve ağzımın içinde toprak tadını hissedebiliyordum. Mezarlığın her yerinden gelen bu toprak sesleri birleşip çok büyük bir gürültüye dönüşmüştü. Sanki o akşam cehennemin kapıları aralanıyor gibiydi. O an o mezarlıktan hiç kurtulamayacağımı düşünmeye başlamıştım. Mustafa’nın düştüğümü fark etmeden koşmaya devam ettiğini ve benden yaklaşık 30 metre ileride gediği bulup dışarı çıktığını gördüm. O an ikimiz de kendi canımızın derdine düşmüştük, yaşadığımız bu dehşet içerisinde birbirimizin umrumda değildik. Ben zorlanarak ayağa kalkmaya çalışırken sağ ayağımın burkulmuş olduğu fark ettim. Dizlerim ve kollarım fena halde sıyrılmıştı. Sol elimle duvardan destek alarak ve aksayarak gediğe doğru ilerlerdim. Duvardaki gedikten geçerken mezarlık hala sanki öfkesini dışarı kusuyordu. Duvarın diğer tarafına geçtim ve zar zor eve gidebildim.
Annem kapıyı açar açmaz “ne bu halin?” diye sordu.
Benim konuşacak dermanım kalmamıştı. Üstüm başım toz toprak, kollarım ve dizlerim sıyrılmış, ayağım burkulmuş… İçeri geçip banyoda temizlendikten sonra bizimkilere eve yürüyerek geldiğimi, yolda ayağımın takılıp düştüğümü söyledim. Hangi yoldan geldiğimi sorduklarında endişelenmesinler diye Osmaniye- Akbelen belediye otobüslerinin kullandığı, yürüme mesafesiyle yaklaşık bir saat süren çarşı güzergahını kullandığımı söyledim. O saatte bırak mezarlığın içinden geçmeyi, çevresinden bile dolaştığımı söylesem bizimkiler kıyameti koparırdı ve daha da dillerinden kurtulamazdım. Benim ayağım birkaç gün aksamaya devam etti. Bu süre zarfında okula Mustafa’yla birlikte otobüsle gidip geldik. Mezarlıkta yaşadıklarımızı sınıftaki birkaç yakın arkadaşımıza anlattık.
Hepsi de “manyak mısınız? Sizde hiç akıl yok mu? O saatte oralardan geçilir mi?” dediler.
Daha sonra hep mezarlığın çevresini dolanarak okula gidip geldik.
Aradan uzun yıllar geçti ama Mustafa’yla hala çok iyi arkadaşız. Ben artık Mersin’e 3-5 senede bir gidebiliyorum. Bir araya geldiğimizde hala o akşamın konusu açılır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder